İkinci Cihan Savaşı sırasında Batı Trakya'mızı ikinci defa işgal eden Bulgarlar, yöre halkımıza yeni bir talihsiz dönem yaşatmış; 1941 - 44 yılları arasında, Bulgarların ırkçı, zalim ve şövence davranışları insanımıza adeta kan kusturmuştu.
O zamanki Hitler Almanyası müttefik devletler tarafından yenilgiye uğratılınca, önceden Bulgar Çarlığı'na kolay bir lokma olarak verilen Batı Trakya'yı, Bulgar ordusu da 1944 sonlarında boşaltmak zorunda kalmıştı. Ardından İngiliz ordularının gelip buraya yerleşmesiyle yeni bir dönem başlamış, daha sonraları da İngilizlerin yerine Yunan ordusunun gelmesiyle buraları tekrar Yunanistan'a bağlanmıştı.
1944 sonlarında Batı Trakya'ya gelen İngiliz ordusu içinde Büyük Britanya müstemlekelerinden Hintli askerler vardı. Bir süre sonra bunlar değiştirildi ve yerine İngiliz askerleri getirilerek Gümülcine'nin yukarı kışlalarına yerleştirildi.
Yıl 1945 başları. Bol sayıda İngiliz askerleri, hele akşamları, şehri dolaşıyor, birçok eğlence yerlerini onlar işgal ediyordu. Bu arada şehrin Çayüstü'ndeki, bilinen genelevler, İngilizler tarafından askerlerine tamamen yasaklanmış, binaların kapıları İngiliz komutanlığı tarafından mühürlenmişti. Yasaklanan şeye, rağbet daha fazla olduğundan mıdır ne, bu sokak kadınları, askerlerle yan evlerde eskisinden daha sık buluşmaya devam ediyorlardı. Bunu anlayan İngiliz komutanlığı, yine kendi askerlerinden oluşan denetim ekiplerini o çevreye gönderiyor, yakaladıklarını da cezalandırıyordu. 1945 yılının Ocak ayı... Havalar soğuk ve her taraf buzluydu...
Şu menhus genelevlere yakın olan Arifhane mahallesinde HANCILAR diye bilinen büyük ve geniş kapılı (portalı) bir ev vardı ki, haremi geniş, icabında kapıdan öküz arabası (öreçe) rahatça girer, çıkar; anlayacağınız tam anlamıyla bir rençper eviydi. Aslen Gümülcine'nin Hamam Mahallesi'nden (Cami Atık Mahallesi) olup sonradan Hancılar'a damat olan Şuayyib adında bir genç vardı. Bu genç yirmi dokuz yaşlarında şişmanca, güçlü kuvvetli bir vücut yapısına sahipti. Kendisi iyi terziydi, hatta şehrin ün almış sayılı terzilerinden biriydi. Evlendiği Hancılar'ın kızı Halide Hanım'la, yedi yıldan beri çocukları olmamasına rağmen, mutlu ve neşeli bir hayat geçiriyorlardı. Yalnız bu mutluluğu biraz gölgeleyen bir durum vardı. Şuayyib içkiye çok düşkündü. Hele bazı akşamlar çok kaçırdı mı yerlere düşer, üstü başı çamur içinde, öyle eve dönerdi. Halide Hanım ve annesi bu durumdan tedirgin olurlar, ona zaman zaman nasihat etmekten geri kalmazlardı. Gene bir gün eşi Halide Hanım ve annesi, ona güzel güzel öğütlerde bulunmuşlardı. Kayınvalidesi:
- Neden bu kadar bu içkiyi içiyorsun oğlum, bu kadarı da çok fazla değil mi?... Hem elinden bir kaza çıkabilir.
- Alışmışım anne, bir defa alışmışım işte! Ne yapayım?...
- Cenab-ı Allah, bunu boşuna mı haram etmiş. Biraz düşünsene!...
Halide Hanım da:
- Alemlere rezil oluyoruz Şuayyib! Bu zıkkım yüzünden ben çok utanıyorum. Geçenlerde Mahalle İmamı Kız Hasanlar'ın Hacı Hafız'ın gelini geldi, içkiden, sarhoşluktan söz açıldı. Ben yerden yere geçtim.
- Ne diyelim! İnşallah bir gün gelir, bırakırım...
İşte o günlerde Şuayyib, bir akşam eve çok geç dönmüştü. Dükkânını kapadıktan sonra içki masasına oturduğu besbelliydi. Çok sarhoştu. Mırıldanarak eve girdi. Doğru dürüst bir şey yemeden yatağına yattı. Saat on ikiyi geçmiş, ev halkı hep uyumuşlardı. Birdenbire bir patırtı oldu. Arka taraftaki bahçeden çitleri atlayan iki kişi avluya girmişlerdi. Sonradan anlaşıldığına göre bunlar, genelevler tarafından kendilerini takip eden askeri ekiplerden kurtulmak için, buraya sığınmak amacıyla soluk soluğa koşan iki İngiliz askeriydi. Askerler hareme sokulmuşlar, gizlenmişlerdi. Gecenin bu vaktinde avluya girenler olduğunun farkına varan Halide Hanım; hemen Şuayyib'i uyandırdı. Şuayyib, içkinin verdiği sarhoşluğu, biraz uyumuş olmasına rağmen, halâ bertaraf edememişti. Dumanlı kafa ile yatağından fırladı, hızla avludaki karartılara doğru yürüdü.
- Ne arıyorsunuz, siz kimsiniz? Diye bağırdı.
İngilizler gayet sessiz, sakin bir şekilde işaretlerle ve kendi dilleriyle buraya saklanmak için geldiklerini, hiçbir kötü niyet taşımadıklarını anlatmaya çalıştılarsa da Şuayyib bu sözlerden bir şey anlamadı. Kafası denk olmadığı için de iyice sinirlendi.
- Bana fang fing yapıp durmayın, diyerek askerlerin üzerine yürüdü ve yumruklamaya başladı. Bunun üzerine askerler kendisini yatıştırmak için tekrar bir şeyler söylediler. Ama dinletemediler. Şuayyib bu kez avluda gerili çamaşır ipini hırsla kopardı, kütüklükte duran baltayı da kaparak askerlerin üzerine atıldı. İhtimal, aklınca onları iple bağlayacak, sonra da balta ile bilmem ne yapacaktı. Bu ciddi ve tehlikeli durum karşısında, eğitimli İngiliz askerlerinden biri, baltayı elinden kaptı ve kovanıyla Şuayyib'in kafasına vurdu. Şuayyib sesle bağırarak yere yıkıldı. İngilizler sıvışıp kaçtılar.
Bu olaydan, bu kadar gürültüden ve patırtıdan sonra, zaten uyanık olan Halide Hanım, annesini kaldırdı. Lâmbaları yaktılar. Şuayyib karanlıkta, yerde uzanmış, iniltiler içinde kıvranıyordu. Başından kanlar akıyordu. Kendini kaybetmişti.
Başlangıçta şakacık gibi görünen bazı işler gibi, bu da birden bir faciaya bir felâkete dönüşüvermişti. Gecenin bu vaktinde bağırarak, ağlaşarak komşulara haber verdiler. Dip komşu küçük Mehmetler'den karşı taraf Tahir Efendiler'den kadın erkek bir çok insanlar üşüştü. Herkes neye uğradıklarını, olayın nasıl olduğunu anlamaya çalışıyordu. Karakola haber verildi, polisler geldi. Komşulardan Arif (Eski Cemaat Kavası) ile Kaltakçı Ahmet, gidip Hamam Mahallesi'nde oturan Şuayyib'in kardeşi Muharrem'e haber verdiler. Muharrem geldi. Şuayyib'i polisin ve gelen doktorun emriyle İstanbul yolundaki Şehir Hastanesine kaldırdılar. Üç güne varmadı Şuayyib hayatını kaybetti.
Ölüsünü eve getirdiler. Cenaze töreni çok kalabalık oldu. Ardından çok gözyaşları döküldü. Cenazenin arkasından gidenlerden bazıları kendi aralarında şöyle konuşuyorlardı. - Yahu, hiç beklenmedik bir kaza!
- Eh işte, içkinin sonu böyle oluyor...
- Hiç konuşmayın. Onun yazısı buymuş. Yazılan bozulmaz.
- Kaderi böyleymiş. Ekildik biçileceğiz.
Söylenenler, yorumlar boşunaydı. Olanlar olmuş, Şuayyib gitmişti. Ama asıl olanlar, eşi Halide Hanım'a olmuştu.
Akrabalar, dostlar ve komşular, Şuayyib'e karşı son vazifelerini yapmışlar, onu Edirne Yolu Mezarlığı'nda toprağa vermişlerdi.
Bu beklenmedik olayın üstünden bir hafta bile geçmemişti ki, mahallede ve bütün Gümülcine'de olayın acısını yansıtan bir türkü yayıldı. Bütün ağızlarda söylenmeye başlandı. Bu türküyü yakan, söyleyen, hazırlayan kimdi?... Belli değil. Ama aramaya ne gerek var ki... Halk şiirimizin bir parçası olan türkülerimizin genellikle ozanı, ilk söyleyeni belli değildir ve doğal olarak bunlar halkın malıdır. Bu türkü de bizim türkümüzdür. Halkımızın bağrından kopmuş, duygusundan doğmuş, Trakya'mızın bir türküsüdür. Gümülcine ve çevresinde ilk yıllar bir ağıt gibi söylenmiş, yıllar geçtikçe, kuşaklar değiştikçe şimdilerde unutulmaya yüz tutmuş bu türkümüz de böyle oluşmuştur.
Not: Halide Hanım, yıllar sonra İstanbul'a göç etmiş, oraya yerleşmiş ve evlenmiştir. Çocukları vardır ve günümüzde yaşamını sürdürmektedir. |